Dünyanın En Sürdürülebilir Şehrinden Dersler | 2

Bu serinin ilk bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.

‘Şampanya Havuzu’nda süzülürken, kategorilere ayırma konusundaki inanılmaz kapasitemizi düşündüm. Tarih boyunca en büyük değerlerimizden biri buydu: evet kolum biraz kangrenli ama hala ailemi beslemek için buğdayı ekip biçeceğim. Ancak böylesi bir bölümlerdirme, sürdürebilirlik çağında insanlığa pek de yardımcı olmuyor, özellikle de çoğumuz hala eylemlerimizin asıl etkilerini bilmezken. Bir cam şişeyi geri dönüştürmek için veya plastik bir poşet almaktan kaçınmak için çok çaba sarf edeceğim ve daha sonra hiç düşünmeden bir uçağa bineceğim. Seçiçi algım, iki yüzlülüğümün köküdür.

Bu makalenin bütün amacını benimseyen; sürdürülebilirlik hakkında yazmak için İsveç’e uçmak insan doğasının saçma bir yanıdır. Mesela bir kişinin Atlantik aşırı bir uçuşunu yapmaması ile bir evin sekiz yıl boyunca geri dönüşüm yapmasının aynı karbon etkisine sahip olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum.

Bunu uçuşum için karbon dengeleyici ararken buldum. Karbon negatif eylemlerinizi engellemek için karbon tutumu, yeniden ağaçlandırma veya yenilenebilir enerji gibi projelere yatırım yaparak karbon pozitif eylemlerinizi arttırarak karbon dengelemesi yapmış olursunuz, aynı zamanda eleştirmenlerin zengin ülkelerin ve şirketlerin temel karbon emisyon üretimlerini azaltmadan kolaya kaçtıkları bir yöntem olarak eleştirdiği bir yöntemdir. Yine de bugünlerde karşılaştığımız birçok seçenek gibi, hiç yoktan iyidir.

Bu yüzden altı farklı internet sitesine baktım ve gidiş-dönüş uçuş için 1.25 ton ile 3.38 ton CO2 arasında değişen altı farklı karbon ayak izi sonucu buldum. Uganda, Brezilya veya İsviçre’deki karbon-negatif projelere 12 ile 60 dolar arasında bağışlayarak bu karbon emisyonunu sıfırlayabilirim. Bu belirsizlik ise başımı ağrıtıyordu. Bu karbon sıfırlamayı haklı çıkarmak için sihirli bir oyunla desteklemeye başladım: “Kabul, çünkü sürdürülebilirlik üzerine bir yazı yazıyorum, bunun için tamam.”

Etkilerimizi görselleştirmenin bir yolu olmadığında, her gün karbon emisyonlarımız hakkında böyle sihirli bir düşünce üretiyoruz. Şehirler kendi büyülü düşüncelerini kendi markalarına uyguluyor. Göteborg’lulara ‘geri dönüşüm döngüsünü kapatma’ konusunda sürdürülebilir bir örnek sorduğumda, popüler cevap şehrin mutfak atığını ısıtma veya yakıt olarak kullanılabilecek bir biyogaza dönüştürülmesiydi. Ancak daha yakından inceleyince bu halkanın oldukça gevşek olduğunu gördüm; mutfak atığı önce Renova’nın biyolojik atık tesisine taşınıyor ve bir çeşit yulaf lapasına dönüştürülüyor, daha sonra buradan 100 km uzaklıktaki Falkenberg’de başka bir tesise taşınıyor ve kullanılabilir biyogaza dönüştürülüp şehre geri gönderiliyor.

Bir topluluğun kendi bağımsız döngüsünü oluşturması için döngüyü yerel olarak kapatmak ne anlama gelir? Frihamnen semtinde bir zamanlar Göteborg’un sanayi limanı olan iskelesi üzerinde potansiyel bir model bulunabilir. Şehrin hızla değişen siluetinin nostaljik bir parçası haline gelen, eski paslanmaya yüz tutmuş vinçlerin arasında William Bailey ve Jonas Lindh’i sebze yataklarına bakarken görebilirsiniz. Kajodlingen doğal çiftliğini işletiyorlar, ve burada basit ama devrimci “hiperlocal” üretim fikrini geliştirmeye çalışıyorlar.

William ve Jonas her çatı katının, binadan gelen organik atıkları ve toprağı kullanarak, o binada yaşayan insanlar için yiyecek yetiştirmek için kullanıldığı bir şehir hayal ediyor. Şu anda çoğu yiyecek şehirler yetişmiyor o yüzden önce büyük miktarlarda market raflarına taşınması gerekiyor ki bunların da büyük kısmı çöpe atılıyor. “Hiperlocal” üretimi yiyecek dağıtım sisteminin karbon ayak izini ortadan kaldırıyor ancak şehir sakinlerini sadece mevsime uygun yiyecekleri tercih etmek zorunda bırakıyor.

William ve Jonas kısa süre önce Clarion Post Otel’e bir çatı bahçesi ve gothia Kuleleri’nden birinin çatısına bir arı kovanı ve bitki bahçesi kurdu. Bu, İsveç’te en yüksekte bulunan arı kovanı. Yüksekliğe rağmen arıların uyum sağladığı görülüyor. 

“Şehirlerde kullanılmayan çok fazla alan var,” dedi William bir yavru kuş pancar yeşillikleri yatağını keşfederken. “Görmek için bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor.”

William’ın söylediği gibi “israfa saygı göstermek” için de bir bakış açısı değişikliği gereklidir. William bir gün kesilen ıhlamur ağaçlarından, kahve atıklarından ve diğer organik malzemelerden yapılmış kentin kendi kaliteli kompost toprağını yaratacağını ve bu toprağın yaşadığı yerlere yiyecek sağlayan gelecekteki bir kentsel çiftçi ordusuna destek olacağını umuyor. Şimdilik, şehir sınırları içince sadece Kajodlingen ve birkaç ticari çiftlik daha var.

İskelede yer alan sebze yataklarının yanında, William ve Jonas ağaç tongaları gibi daha sert organik malzemeleri parçalamak için farklı kompostlama teknikleri ile deney yaptıkları birkaç Johnson-Su biyoreaktörleri var. William “Bu mikroorganizmalardan öğrenecek çok şeyimiz var” dedi. “İşleyen toprak canlı bir topraktır, karbonu ve suyu tutar. Bu bir biyoçeşitlilik mucizesi.” Bu biyoreaktörlerden birinin içine baktım, gerçekten de sadece organik atıklarla dolu bir fıçı.

Jonas “Bunu 400 günlüğüne bırakıyoruz, biraz sabırlı olmak gerekiyor.” dedi.

İşin yapıldığı belli oluyordu. Sabırla beklerken, bir zihin aydınlanması yaşadım; insanlığın en büyük sorunlarını çözmek için mikroskobik bakteri bilgeliğine yönelmeliyiz.

 

“Bu 420 milyon yıldır kendisini destekleyen bir sistem, ancak genellikle sürdürülebilirlik konusundaki sohbete bile giremiyor. Sadece bir sonraki LED ışığı gibi teknolojilerden bahsediyoruz” dedi. “Süper antroposentrik. Bunu ancak biz çözebileceğimizi düşünüyoruz çünkü bizler insanız.”

Şehrin sanayi geçmişinin altındaki bu küçük yeşil çatışmayı incelerken bir başka uçurumun farkına vardım. William’a bütün çabalarına karşın bütün şehir ekonomisini ekolojik ilkelere dayalı bir ekonomiye dönüştüremeyeceğini bilmesine rağmen neden hala ısrarcı olduğunu sordum.

“Hiçbir fikrim yok” dedi. “Bu bir tür eğlence. Bunun kesinlikle bir fark yaramayacağını biliyorum.”

Bekledim.

“Sanırım bu iyi bir örneğin gücü” dedi yavaşça. “Hayatımdaki tek saf şey bu, tabii çocuklarım haricinde.”

Yakında William ve Jonas’ın endüstriyel rıhtımdaki küçük şehir çiftliği, İskandinavya’nın en yüksek gökdelenini de barındıran “RiverCity Göteborg” planları ile boğulacak. Yeni mahalleler önümüzdeki on beş yılda şehre taşınması öngörülen 250.000 yeni nüfusu barındıracak.

Burada duraklamalı ve İsveç’te kamu sektörünün kentsel planlama işine karışmadığını belirtmeliyiz; şehir plancıları gençlerle birlikte vizyoner atölyeler düzenliyorlar. Sürdürülebilir kentsel tasarım konusunda uluslararası konferanslara ev sahipliği yapıyorlar ve sonra bu bulguları vizyonlarına ekliyorlar. Tasarlanan şehrin devasa üç boyutlu görüntülerini yaratıyorlar. Çevreciler, sosyologlar, ve sanatçılarla birlikte çalışıyorlar. Toplu taşıma şeritlerine ve bisiklet yollarına yer açmak, ve yağmur suyu çekicileri için karayollarını küçülttüler.  Bunlar Amerikalıların “Yeni Yeşil Antlaşma” ile ilgili çabalarımızla birlikte sadece hayal edebildikleri ilerici kamu işleri projeleri.

Yine de RiverCity’nin çoğu hala gelişme aşamasında. Çok fazla paranın el değiştirdiği ve yüksek binaların inşa edileceği kalkınma ve arzu edilen daireler en yüksek teklif verene gidecek. Londra gibi şehirlerde doğal geri dönüşüm döngüsünün kontrolsüz gelişiminin ne yarattığını görmüştüm, ultra zenginler tarafından satın alınan boş lüks dairelerle dolu mahalleler yaşayacak yerler fakat spekülatif yatırımlardır. Göteborg hem iğneyi ipliğe sokup hem de kapsamlı bir sürdürülebilir bir şehir olabilir mi?

Şaşırtıcı bir şekilde RiverCity Göteborg’un planlayıcıları bu soru üzerine sürekli çalışmaktadır. Kajodlingen’in nakliye vinçlerinin altındaki sebze yataklarından çok da uzak olmayan bir yerde, şehrin 2021’deki 400’üncü yıldönümünden esinlenilmiş adıyla, terk edilmiş bir endüstriyel alandan, ütopik ve eşitlikçi bir parka dönüştürülmüş olan Jubileumsparken parkı var. Zamanla ağaçlar ve yeşil alanlarla dolu olan bir park olacak bu alan şimdilik bir tür sosyal laboratuvar.

Parkın düzenlenmesinde yardımcı olan fotoğrafçı Cecilia Helsing park hakkında, “Fikirlerin deneyebileceği ve oynanabileceği bir prototip alan” dedi. “Alışılmadık bir durum çünkü tüm geliştirme tamamlanmadan önce bu arada geçen süre için tasarlandı.”

Park büyük ölçüde çevre halkının istekleri doğrultusunda tasarlandı. İnsanların asıl isteklerinden biri de, artık nehir daha temiz olduğu için, yüzebilmek fakat henüz yüzecek kadar temiz değil. Bu nedenle kimyasal madde kullanmayan, yalnızca çakıl yatakları ve suyu filtreleyen bitkilerin kullanıldığı yüzen bir iskele üzerine bir havuz oluşturdular. Yakında büyük ölçüde geri dönüştürülmüş malzemelerden elde edilen, muhteşem bir distopik yapı olan dünyanın en muhteşem havuzunu ve saunasını bulacaksınız. Parktaki her şey gibi, havuz ve sauna da ücretsiz ve herkese açık. Bu kesin bir kuraldır.

La Kjellsdotter, “Dünya liderlerinden parkta özel alanlar için yer ayırtma talepleri aldık ancak her zaman hayır diyoruz.” Kjellsdotter parkta engelli çocuklar için çok çeşitli kapsayıcı programlar sağlayan, kar amacı gütmeyen bir koruma grubu olan Passalen’i yürütüyor. Passalen parkı çalıştırmaya yardımcı olmak için her yıl 25 ila 30 genci işe alıyor ve aktif olarak kamusal alanlarda göz ardı edilen farklı popülasyonları tercih ediyor, Arapça ve Hintçe konuşanlar, transseksüeller veya engelliler gibi.

Kjellsdotter “Çalışanlarımızın yaşamak istediğimizi düşündüğümüz bir toplum yerine, içinde yaşadığımız toplumun gerçekliğini yansıtmasını istiyoruz” dedi. Parkı işletenler için, sürdürülebilir şehir tanımı kapsayıcı olmalı.

Parkın en yeni ürünü İspanyol tasarım firması Recetas Urbanas ve topluluktan 100’den fazla kişi ile birlikte inşa edilen “Näsan i blöt” yani “Islak Burun” olarak adlandırılan büyük sarı bir oyun yapısıdır. Bu oyun çocuklara yağmur suyunu, buharlaşmayı ve su taşmasını öğreten interaktif bir dizi etkileşimli istasyondan oluşuyor. Bu tür bir oyun alanı onları, hangi dilde olursa olsun, dünyadaki suların yükselişi ve su kıtlığının giderek artan bir çatışma olacağı bir dünya için hazırlıyor.

Çocukları Islak Burun’da izlerken, Kajodlingen mikroorganizması araştırmaları ve bu sosyal kabul prototipleri arasındaki geçişler beni etkiledi. Bunun gibi yerler, RiverCity Göteborg gibi planların önceden yapılması ve onaylaması gereken büyük bir şehirde sıkça görülmeyen bir tür deney ve esneklik sağlar. Önemsiz görünebilir ancak bu alanlar herhangi bir gökdelen kadar önemli ve kritik kentsel alanlardır. Bir şeyleri deneyip başarısız olmak ve birlikte yeni hikayeler inşa etmek için alanlara ihtiyacımız var. Örneğin, binalar inşa edilmeye başladığında da Jubileumsparken’in radikal eşitlikçiliğe kayda değer vurgusunun devam edip etmeyeceğini merak ettim.

Ancak şehirler iklim krizi ile mücadeleye gelince deneme ve prototip yapma lüksüne sahip mi? Çözümlere ihtiyacımız var, hem de hemen. Toplu taşıma sistemlerimizi yenileyen, enerji şebekemizi, evlerimizi, gıda üretim ağlamızı dönüştüren büyük ölçekli çözümlere ihtiyacımız var.

Ve belki de daha önemlisi, tüketme, yaşama, seyahat etme, oyun oynama biçimimizi değiştiren güçlü iklim anlatılarına ihtiyacımız var. KIRMIZI ve YEŞİL çizgilere ihtiyacımız var. Ve eğer şehir çiftçilerimizin ve Islak Burundan bir ders alacaksak, bunların hepsi utanmayla ilgili olmamalı gibi görünüyor. Sürdürülebilirlik ekonomik olarak uygun olmalı ancak aynı zamanda eğlenceli de olmalı. 

Şehirdeki son günümde Chalmers Teknoloji Üniversitesi kampüsündeki Johanneberg Bilim Parkını ziyaret ettim. Bilim Parkı; akademi, kamu sektörü ve özel işletmeleri sürdürülebilir kentsel gelişim yeniliklerinin geliştirişmesinde ortak olarak bir araya getiren bir “üçlü sarmal” modelini kullanıyor.

Bilim Parkı’nın CEO’su Mats Bergh, “Teknolojinin iş modellerini yeniden ayarlaması gerekiyor” dedi. “Ama bunu yapmak çok zor. Sadece ürünler değil, sürdürülebilir sistemler sunmak için de baskı yapıyoruz. Bu sistemler geleneksel pazarlar için yıkıcı olabilir. 

Geleneksel pazarların bozulup bozulmayacağı sorucu hala devam ediyor. Göteborg’da iklim değişikliğiyle mücadelede duyduğum en zorlayıcı önerilerden biri, kapitalizmin çılgınca büyüme eğilimi de yavaşlatırken aynı zamanda tüketimi de azaltacak olan haftada dört dün çalışma düzenine taşınmak. (Tüm ülkenin Temmuz ayının tamamında tatil yaptığı İsveç’te bu fikir yarı makul görünüyordu.) Fakat devrim niteliğindeki bir ekonomik donma olayının ötesinde her ortağın güçlü yönlerinden yararlanan üçlü sarmal model, belki de deneyin özgür ruhunu iklim değişikliğiyle gerçekten mücadele edebilecek, paradigma değiştiren sistematik çözümlerle birleştirmek için bizim en iyi umudumuz olabilir.

Örneğin Bilim Parkı, Johanneberg ve Lindholmen’deki bilim parkları arasında gidip gelen bir elektrikli otobüs içeren sürdürülebilir bir ulaşım modeli olan ElectriCity’nin prototipinin geliştirilmesine yardımcı oldu. Volvo Grup tarafından üretilen otobüs her terminalde aküsünü şarj etmek için altı dakika boyunca duruyor.

Bu altı dakika boyunca ne olabilir ki? Otobüs durağı insancıl bir araştırma projesi haline geldi, tıpkı tüm hava koşullarına dayanan bir kitap takas noktası gibi. Otobüs ve ilgili sistemler o kadar başarılı oldu ki, Göteborg şehri kısa süre önce sadece şehir filosunu değiştirmekle kalmadı, yeni şehir mimarisini ve yollarını tamamen dönüştürecek 160 elektrikli otobüs aldı. Böyle bir taahhüt, gerçekten çok disiplinli bir zihin değişimi için bir fırsat sunar. 

Bilim Parkı’nda, gerçek zamanlı sıcaklık, hareket, iklim, enerji ve ışık takibi yapan binlerce sensör ile dolu olan öğrenciler için hazırlanmış HSB Living Lab’ı da bulacaksınız. Ortak alanda bir giysi takas noktası, ortak bir tamir istasyonu, deneysel bir çamaşır makinesi ve bir karıştırıcıya bağlı bir bisiklet bulacaksınız. Öğrencilerin onları yakından izleyen bir laboratuvara kaydolmak konusunda isteksiz olup olmadıklarını merak ediyordum.

HSB Living Lab proje yöneticisi Eva Kouraki, “İçeri girmek için bir bekleme listesi var” dedi. “Öğrencilerin, bunun onların gelecekleri hakkında olduğunu, bizden daha iyi anladıklarını düşünüyorum.”

Living Lab’dan ayrılırken kendimi enerjik hissettim. Hiç şüphe yok ki, başka bir ‘uçurum’ dalgası daha ortaya çıkacaktı ama şimdilik büyük sosyal işbirliği kapasitemizden memnun kaldım; bisikleti bir karıştırıcıya bağlamak, otobüsü şarj etmek için altı dakika beklerken bir kitap okumak gibi. Yolculuğum boyunca bölümlere ayırma kapasitemiz ve pazarın çılgınca durgunluğuna şahit oldum ancak ayrıca hayal gücünün ve uygulamanın mükemmel özelliklerine de tanık oldum. Bizler inatçı yaratıklarız ama biz de uyarlanabilir ve değişebilecek kapasiteye sahibiz. 

Nihayetinde David Wallace-Wells’in dediği gibi gezegenimizi “yıkıcı ısınmadan” kurtaramayacağız. Fakat bu denememiz gerektiği anlamına mı geliyor? Eğer Göteborg bana bir şey öğrettiyse, ütopik gelecekteki uzaklar için değil ama şu an içinde yaşadığımız toplum için daha çok denemeliyiz. Torunlarımızı kurtarmak için değil, şu anda burada uyanık olmak için sürdürülebilir bir şekilde yaşamalıyız. Çünkü sürdürülebilirlik, özünde gerçek anlamda düşünceli olmakla, içinde yaşadığımız dünya üzerindeki etkisinin derinlikli ve hassas bir şekilde farkında olmakla ilgili. Sürdürülebilirliği uygulamak, bir tür evrensel empati kurabilmektir, gezegeni tıpkı bizimki gibi bir beden olarak görebilmektir. Böyle bir empati insanlığımızın temelinde yer almaktadır ve tüm hikayelerin başladığı yer burasıdır.